Nesillerin ruhu olduğu gibi, nesillerin dili de farklıdır
Prof. Dr. Hayati Develi ile dilin önemi, gelişen dünya karşısında dilin konumu, edebiyat ve dil etkileşimi gibi konular üzerine çok kıymetli bir röportaj gerçekleştirdik. Keyifle okumanızı dileriz…
Hayati Bey röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Okuyucularımız için kendinizi tanıtır mısınız? Hayati Develi kimdir?
Uşak’ın Ulubey ilçesinde doğup ilk ve ortaokulu Ulubey’de tamamladım. Liseyi İzmir’de, Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde bitirdim. Ulubey, benim çocukluk yıllarımda henüz sanayi ve teknolojinin bütün imkânlarından yararlanamayan, elektrik ve su şebekesi evlere yeni yeni uzanan, tarımın büyük ölçüde geleneksel yollarla yapıldığı, evlerinin birçoğu kerpiç ve toprak damlı küçük bir Anadolu kasabasıydı. Bununla birlikte güzel bir kütüphanesi vardı. Hem doğal çevre, hem o küçük kütüphane sanırım sonraki yıllarımızı etkileyen izleri oluşturdu. İzmir’le birlikte gelişmeye çabalayan, bununla birlikte gecekondulaşan, yağ ve cıgara kuyruklarıyla yaşayan büyük şehir hayatının içine girmiş oldum. Akademik hayatım İzmir’de Ege Üniversitesi’nde başlasa da esas itibariyle İstanbul Üniversitesi’nde sürdü ve gelişti.
Osmanlı Türkçesi Kılavuzu, Dil Doktoru, Osmanlı’nın Dili gibi kitaplarınız var. Sizi dil alanına yönlendiren, bu alanda çalışmalar yapmanızı sağlayan nedir?
Lise yıllarımdan beri hep bir Türkolog olmayı arzu ettim. Üniversiteden sonra hiç öğretmenlik yapmayı düşünmedim. Türkoloji, malum Türklük bilgisi ve edebiyattan tarihe kadar geniş bir alanı kapsıyor. Bunun hepsine meraklı olmakla birlikte dil alanına, Türk dilinin tarihi gelişimini öğrenmeye, coğrafi genişliğini kavramaya daha çok yönelişim vardı. Sanırım bundan dolayı Türk dili alanında akademik hayatıma başladım ve hâlâ sürdürmeye çalışıyorum. Ama benim için dil, edebiyattan, felsefeden ve hayatın bütün alanlarından bağımsız bir olgu değildir. Yukarıdaki kitaplardan Osmanlı Türkçesi Kılavuzu, isminden anlaşılacağı gibi bir ders kitabıdır. Türkçenin Anadolu ve Balkanlardaki 700 yıllık verimlerini okumak, anlamak ve farklı bilim alanlarında bu metinlerden yararlanmak için elbette dönemin Türkçesini alfabeden başlayarak öğrenmeye ihtiyaç vardır. Kılavuz, bu ihtiyacı karşılamak, öğrenme işini kolaylaştırmak için hazırlandı. Dil Doktoru isimli kitap ise benim dil hakkında gazete ve dergilerde yayımlanmış, dilin güncel durumu, meseleleri ve imkânları konusundaki kaygı, öneri ve değerlendirmelerimi içeren yazılardan seçilerek oluşturulmuş, genel okuyucuya hitap eden bir deneme kitabıdır.
Sizce dil ve düşünce arasında nasıl bir ilişki var?
Dil ve düşünce ilişkisi derin ve çok tartışılmış bir konu. Bizim bugün X toplumu dediğimiz insan toplumu, dilbilimi nazarında, kendilerine verdikleri veya başkalarının onlara verdiği addan bağımsız olarak “dil toplumu” olarak adlandırılır. Yani bir toplum, başkalarından farklı, başkalarınca zor anlaşılan veya anlaşılmayan ortak bir işaret sistemi kullanan insanların birlikteliğidir ve bu her zaman yeterli, gelişmiş bir işaret sistemidir. İnsan, bu gelişmiş işaret sisteminin içine doğar, onu edinir ve dış dünyayı bu işaretlerle, yani kelimelerle ve diğer dilbilgisi unsurlarıyla idrak eder. Düşünme eylemi, ister soyut olsun ister somut, işte bu işaretlerle gerçekleşir. Çünkü bizim kelime dediğimiz işaretler dış dünyadaki somut nesnelerin bizim zihnimizdeki toplumca ortaklaşılmış soyut ifadeleridir. Çok kısaca, düşünce evrenimizi de böylece bizim dil dünyamız belirlemiş olur. Ender kafalar, bu evrenin sınırlarını zorlayıp geliştirebilir. Bu bile mevcut dilin imkânlarıyla olur. Evet, bu zor meseleyle ilgili bu birkaç cümleyle yetinmiş olalım.
Dilin edebiyat, edebiyatın dil üzerindeki etkisi nedir?
Dil-edebiyat ilişkisi de dil-düşünce ilişkisi gibi. Edebiyat, dilin mevcut malzemesini kullanır, ama bu malzeme bilgi alışverişi için değil bir duygu alışverişi için kullanılır. Sanatçı kendi kapasitesi veya muhatabının algısı çerçevesinde elindeki malzemeyi ‘haberleşme’ amacının üzerinde yeni duygu durumları yaratmak için kullanır. Bir mimarın malzemesi taş, toprak, ağaç veya çimento olabilir. Her mimar, bağlayıcı unsurlarla birlikte bu malzemeden çok farklı ve orijinal eserler ortaya çıkaracaktır. Ancak burada dilin malzeme oluş özelliğinden ziyade, o dille yüzyıllar boyunca yapılmış ve hatırlana gelen ustalık özelliklerini göz önünde tutmak gerekecektir. Usta sanatçı eserini tasarımlarken Bizans’ın, Selçuklunun, Osmanlının şaheserlerini görmeden, bilmeden iş yapamayacağı gibi, usta edebiyatçı da Yunus’un, Fuzuli’nin, Şeyh Galib’in, Behçet Necatigil’in, Necip Fazıl’ın, İlhan Berk’in birikimlerinden habersiz olarak edebiyat yapamaz. Toplumun yüksek seviyesi size yüksek bir edebiyat yapma imkânı sunuyorsa, yani toplumun dili yüzyıllar boyunca işlene işlene yüksek bir edebiyat seviyesi kazandıysa yüksek bir edebiyat yapabilirsiniz. Daha önce hiç yazılı edebiyatı olmayan bir dilden birden yüksek edebiyat ürünleri alamazsınız. Yüzyıllara dayanan bir dil birikimini yok sayarak da edebiyat yapamazsınız. O zaman, bizim gibi yüzlerce yıllık edebiyat ve kültür birikimi olan toplumlarda edebiyatçı, yani şair (veya romancı vs.) olmak, çok ciddi bir dil ve edebiyat eğitimi gerektirir. Bu çabayı hakkıyla gösteremeyen de edebiyatçı filan olamaz.
Fikri ve teknolojik sebepler dolayısıyla çok fazla kelime ortaya çıkıyor ve bu kelimeleri günlük yaşantımızda çok sık kullanıyoruz. Bu durumun Türkçeye etkisi nedir?
Hayat, tekdüze değişmeyen bir akış değil. Toplumların hiç değişmeden yaşadığı bir an yok insanlık tarihinde. Dolayısıyla her değişiklik dilde bir karşılık bulacaktır. İnsan başarılarının ilerlemesi yani bilimde, teknolojide gelişmeler sağlanması da olağan akışın bir parçası. Ancak son iki yüz yıldır bilim ve teknoloji alanındaki ilerlemenin çok hızlı olduğu da açık. Kendi çocukluk ve gençlik yıllarımdaki haberleşme teknolojilerini öğrencilerimle paylaştığımda beni Nuh aleyhisselamın ümmetinden sanacaklarmış gibi geliyor. Yavaş da olsa, hızlı da olsa insanlar bu gibi değişikliklere kolayca uyum sağlar ve teknolojinin kolaylaştırıcı imkânlarını kullanır. Bunlar anadilin kelimelerinden yapıldıysa dildeki değişmenin farkına bile varmayız. Ama bizi asıl rahatsız eden hayatımızın her alanını dolduran bu kelimelerin yabancı kökenli olmasıdır. Aslında bu ‘yabancı kelime’ rahatsızlığı da bir aydın/okumuş rahatsızlığıdır. Gündelik hayatımızda, mesleklerimizi icra ederken kullandığımız, kökenini bilmediğimiz onlarca, yüzlerce kelime vardır. Bir kelimenin kökenini bilmek veya merak etmek normal bir insanın ihtiyacı değildir. Kelimenin kökenini merak etmek için felsefeyle, kültür sorunlarıyla, politikayla ilgili olmanız gerekir. Doğal olmayan bir durum yani. Peki, kelimenin kökenini öğrendik, sürekli boğuştuğum, nefret ettiğimiz komşu bir halktan almışız, ne yapacağız? Bizi sevmeyen Balkan halklarının dilinde binlerce Türkçe kelime var. Bizim sevmediğimiz komşu halkların dilinden de bizim dilimizde binlerce kelime var. Bunlar olmadığında... diye başlayan bir cümle bile kurmak saçma. Bunların olmaması düşünülemez. Arapça ve Farsça binlerce kelimeyi attık, peki dilimiz güçlendi mi, zayıfladı mı? Onları attık da Rumca tarımla ilgili kelimeleri, balık adlarını, Rumca veya İtalyanca denizcilik terimlerini attık mı? Peki, Arapça veya Farsça kelimelerin atılmasından rahatsız oluyorsak, bunu yanlış buluyorsak bugünkü Batı kökenli kelimelere karşıtlığımızın sebebi nedir? Gündelik hayatımızın gelişmesini, kolaylaşmasını, bizi daha rahat yaşatacak teknolojilerin hayatımızın her alanına girmesini isterken bunların adlarının dile girmesini istememek anlamsızdır. Hep şöyle sorulur: Bunun Türkçesi yok mu? Elbette yok! Çünkü bu yeni çıktı. Bunu yapan da biz değiliz, başkası. Kullanmak istiyorsak iki yol var: Ya adıyla birlikte alırız, ya da adını tercüme ederiz. Tercüme de etsek, bu dilbilim açısından bir alıntı sayılır. Sadece düşünce olarak sizin tasarladığınız, icat ettiğiniz ve adını kendi dilinizden koyduğunuz kelime öp öz sizin malınız sayılır. Hayatın her alanında bunu yapabilen, yani öp öz bir dille konuşan bir insan toplumu da yoktur. Onun için kelimelerin bir dili bozduğu, kirlettiği söylenemez. Elbette aydınlarımız/okumuşlarımız bunu söylemeye devam edecektir, ancak bu yaklaşım bizim dilimizi geliştirmez, düşüncemizi, bilimimizi ve sanatımızı ilerletmez.
Bir ülke için bir millet için ana dil ne ifade etmektedir? Kullanılan ana dilin zaman içerisinde değişime uğraması, farklılaşması o milletin kültürünü nasıl etkilemektedir?
İki kavramı bir arada sormuş oluyorsunuz. Millet ve anadil. Millet nedir, anadil nedir? Millet aynı etnik kökenden gelen insanlar topluluğu değildir. Millet aynı idealler, tarih ve coğrafya birliği içinde bir arada yaşayan, aralarında etnik birlik aranmayan, ancak bir anadil etrafında toplanan üst bir insan toplumunun adıdır. Burada anadil kavramı önemlidir. Anadil, ortak dil anlamında kullanılır. Herhangi bir milletin anadilinin seçimi umumiyetle tarihî şartlarla kendiliğinden gelişir. Çok farklı etnik kökenden insanların oluşturduğu Türk milletinin ana dili (Bugünkü Türkiye’nin siyasi sınırlarından daha geniş olarak) yaklaşık bin yıldır Türkçedir. Türkçe, farklı ‘dil toplumları’nın ortak bir iletişim dili işlevini bin yıldır sürdürmekte ve korumaktadır. Bunun için Osmanlı Devleti anayasal bir düzene geçerken devletin resmi dili tartışmasız olarak Türkçe olmuştur. Türkiye’de Türkçenin millet dili, yani anadil oluşu, diğer ‘dil toplumları’nın dilinin yok sayılmasını gerektirmez. Türkçenin farklı ağızları yanında Kürtçe, Arapça, Lazca, Gürcüce, Çerkezce, Arnavutça, Boşnakça, Ermenice, Rumca, Roman dilleri gibi diller de bu milleti oluşturan unsurların iletişim vasıtaları olarak korunmalı, desteklenmelidir.
Dilin gençler arasında kullanımını nasıl buluyorsunuz? Malum artık sosyal medya dili gençler arasında çok yaygın. Gençlere dil zenginliklerini artırmak için ne tavsiye edersiniz?
Sanki kendi Türkçem mükemmelmiş, en iyisiymiş gibi, gençlerin dilini kötülemek, ayıplamak, burun kıvırmak istemem. Nesillerin ruhu olduğu gibi, nesillerin dili de farklıdır. Zamanın modası, bunu yaratan kültürel ortam, edebiyat ve sanatın türlü dalları nesiller arasında bir dil farklılığı yaratır. Bunu olağan görmeli. Bizi rahatsız ediyor gibi görünen şey nesiller arasındaki dil farklılığının büyük olması. Evet, sosyal medya dili bazen çok rahatsız edici. Ama bu dili kullananların hepsi genç değil ki! Allahualem saçı sakalı ağarmış amcalardan, göz kırışıklıkları kremlerle fondötenlerle kapatılamayan teyzelere kadar birçok kullanıcı da gizli maskelerin arasında böyle bir dil kullanıyorlar! İlla yeni kuşakları suçlayacaksak, benim kuşağım da dâhil olmak üzere, biz okullarımızda nasıl bir Türkçe öğretiyoruz ki, insanlardan zengin bir dil kullanımı bekleyelim! İlkokuldan üniversite giriş sınavına kadar test çözen, doğru dürüst bir yazı yazmadan, bir topluluk önünde konuşmadan, gerçek anlamda bir edebiyat eserini veya bir kültür metnini baştan sona okuyup içselleştirmeden, düşünebiliyor musunuz? Dede Korkut’u bile baştan sona okumadan üniversiteye kapak atan bir genç, orada kendini nasıl anlatacak, düşünme dediğimiz eylemi nasıl gerçekleştirecek!
Gençlerin zengin bir Türkçe kullanmalarını, kendilerine anlatılanı anlayabilecek, kendilerini tam olarak ifade etmelerini sağlayabilecek bir dil kullanmalarını istiyorsak, edebiyat ve Türkçe öğretimimizi bütünüyle değiştirmeli, çoktan seçmeli sınav sisteminden vazgeçmeli; edebi okuma ve yazmaya, felsefi ve eleştirel düşünmeye dayalı bir yola girmeliyiz. Dilde ‘özcülük’ hastalığından behemehal kurtulup Türkçeyi bütün derinliği ve genişliğiyle öğretmenin yollarını aramalıyız. Gençlerimiz en azından 1908 sonrasının metinlerini anlayacak kadar Türkçe sözvarlığına sahip olursa, en azından Yahya Kemal’in düzyazılarını anlayacak kadar Türkçe bilirse, bir çıkış yolu bulmuş oluruz.
Sizin de jüri üyeleri arasında olduğunuz bir proje yürütüyoruz. 100. Yıl Marşı Projesi… Bu proje hakkında neler söylemek istersiniz?
Cumhuriyet böyle önemli kuruluş yıldönümlerinde hep marşlar bestelendi. 10. yıl, 50. yıl, 75. yıl benim hatırladıklarım. 100. yıldönümüyle ilgili bir marş projesi de gelecekte hatırlanacak bir iş olacaktır.
Yarışmamıza başvuran şiirleri de düşündüğünüzde geçmişten günümüze şiir dilinin gelişimini nasıl görüyorsunuz?
Şiir dili yüksek bir dildir. Türk şiir dili de geneli itibariyle şiirin gerektirdiği yüksekliği yakalamıştır. Dün olduğu gibi bugün de çok iyi şairlerimiz ve onların çok iyi şiirleri var. Tabii, bugünün şiir dili dünün şiir dili değil. Hem matematik yapısı farklı, hem duygu dünyası farklı, hem de belagati farklı. Eski şiirin bir legoya benzeyen kuralları ve sınırları belli yapıcılığı yanında son yüzyılın şiiri bu yapıyı bütünüyle terk etmiş, bireyi önceleyen bir anlatım dili seçmiş.
Marş dili ise sanırım çok farklı. Bir milli marşın talep ettiği sözleri onun müzikal kompozisyonunu da düşünerek kaleme almak, anlamı ve prozodiyi bir arada yakalayabilmek çok zor. Cumhuriyet’in ilk milli marşını sadece Mehmet Âkif yazabilmişti. 100. yıl marşında bunun ne kadar yapılabildiğini finalde hep birlikte göreceğiz.
Son olarak okuyucularımız için neler söylemek istersiniz?
Okumak, yüksek nitelikli ve kutsanması gereken bir eylemdir. Sahih metinlerin sıkça okunması ise bence daha yüksek bir safhadır. Keşke hep birlikte sahih metinlerimizi sık sık ve döne döne okuyabilsek! Muhabbet ve selamlarımla.
Röportaj: Havva KOTAN