Sürgün ülkeden başkentler başkentine şiirini ilk kez lise sıralarında edebiyat öğretmenimiz Memduh Atalay’dan dinlemiştim. Memduh Hocanın kendinden geçercesine okuduğu o an hâlâ aklımadır. Ve elbette Sezai Karakoç’un ismi de o günden itibaren aklımda ve kalbimde ayrı bir yere sahip oldu. Üniversite hayalleri kurduğumuz o günlerde en çok da Sezai Karakoç’un yaşadığı kentte yaşamak istemiştim. Artık mesele sadece üniversite kazanmak değildi; kendisiyle aynı yüzyılı yaşadığımız Sezai Karakoç ile aynı kenti de paylaşmaktı.
Üniversite ve yurt kaydının ardından sırada üstadı ziyaret etmek vardı. Sene 1995 yaşımız henüz on dokuzdu. Zihnimizdeki bölük pörçük şiir bilgisi ve şiir duygusunun heyecanıyla Dirilişin Cağaloğlu’ndaki binasına ulaşmak heyecan vericiydi. Üç arkadaş: Yakup Yıldız, Ebubekir Yıldız ve bendeniz. Kapıyı tıklayıp girdik Diriliş Yayınlarına, üstadın mekanına. Üstad şiirden, tarihten medeniyetten anlatıyordu bize. Yahu siz kimsiniz, çoluk çocukla uğraşacak vaktim yoktur demiyordu, üzerinde İstanbul toyluğu aşikar olan üç gence. İşte o yaşın acemiliği ile münasebetsiz bir soru sormuş olmalıyım ki üstad, “raftan şu kitabı alır mısın?” dedi. “Şimdi oku bakalım, oradan bize biraz.” Osmanlıca eserden kekeleyerek başladım okumaya. Okuyamadığım kısımları atlayarak ya da uydurarak geçiyordum. Üstad, “şayet sen düzgün, hatasız okuyabilseydin, sana aferin mi diyecektim. Sen kitabı eline aldığında bu kitabın müellifinin kim olduğunu, bu eserin ne zaman kaleme alındığını, içeriğinde neler olduğunu söyleyebilseydin, takdir ederdik.” dedi. Ama kırmadı. Biz anlamıştık şairin zarafetini.
Diriliş Yayınlarının Cağaloğlundaki binasında sohbetleri yıllarca devam etti. Bir toplantıda –ki Diriliş Partisi’nin toplantısıydı – “Artık sayımız o kadar arttı ki bu salon almıyor” diyordu. O heyecanını unutamıyorum. Salonda ancak otuz kırk kişiydik. Bir kez daha sayının değil, niteliğin daha önemli olduğunu idrak etmiştim. Fakülte yıllarının ve 28 Şubatlı günlerin getirdiği hengameden yanına gitme fırsatından mahrum kaldım. O yıllarda bir kez Çengelköy’de bir kez de Çamlıca’da kendisiyle karşılaşıp selam verip halini hatırını sordum.
Vefatını öğrendiğimde İstanbul’un artık ne kadar tenha bir kent olduğunu hissettim.
Sezai Karakoç gidince kendimi Sezai Karakoç kadar yalnız hissettim.
Salih Gebel