SEVGİNİN VE SABRIN AÇAMAYACAĞI HİÇBİR KAPI YOK
Oyuncu, yazar, yönetmen, çiftçi ve senarist… Ümmiye Koçak Mersin’in Arslanköy ilçesinde yaşayan bir kadın. Köyüne tiyatro gelmesiyle başlıyor onun öyküsü. Önce oyun yazmaya başlıyor, sonra tüm engellemelere rağmen köyün kadınlarını organize ederek yazdığı oyunları sahnelemeye… Kadın-erkek eşitsizliği, şiddet, küresel ısınma gibi insana, dünyaya dair her konuda yazdığı ve yönettiği oyunları Türkiye’nin dört bir yanında sahneliyor. Çıkış noktası ise şalvarı ve yemenisiyle, yani olduğu haliyle insanlara ulaşmak, kadınların sesini tüm dünyaya duyurmak… Kadına şiddet konusunu kaleme aldığı Yün Bebek filmiyle New York Avrasya Film Festivali’nde “Sinemada en iyi Avrasyalı Kadın Sanatçı” ödülünü kazanan Ümmiye Koçak, geçtiğimiz yıllarda dünyaca ünlü futbolcu Cristiano Ronaldo ile yönetmenliğini kendisinin üstlendiği bir reklam filmine de imza attı. İşte içindeki cevheri akıtacak nehir arayan, tiyatroyu hayatına bir kıyafet gibi giymiş Ümmiye Koçak’ın azim dolu öyküsü…
Nasıl bir çocukluk geçirdiniz?
Özgür bir çocukluk geçirdim. 10 kardeştik. Annemin hepimizle ilgilenecek vakti yoktu. Çok yaramaz olmama rağmen hiç şiddet görmedim. Özgür bırakıldığım için hayal gücümü kullanma fırsatı buldum. Eğer yaptıklarımdan ötürü bana şiddet uygulansaydı bugün bulunduğum yerde olmazdım. Duygularımı bastırsaydım içime kapanık bir dünya kurardım. Ailemde hiç yanlış bir şey görmedim. Çocukluğumda bütün düşündüklerimi hayata geçirebildim. Özgüvenim buradan geldi.
2001 yılında “Arslanköy Kadınlar Tiyatro Topluluğu”nu kurdunuz. Çıkış noktanız, amacınız neydi?
Ben Adana’nın Çelenli Köyü’nde doğdum, Mersin’in Arslanköy’e gelin geldim. İç dünyamda şunu sorguladım ki epey bir baskı altına da girmiştim aslına bakarsanız, ben bir muhacir kızıyım ama bir Yörük gelini oldum. Bir kültür farkı var güzel yavrum. Eğer benim bu kadar güçlü bir kişiliğim olmasaydı kaldırmak mümkün değil, içime kapanırdım. Kendi doğduğum köyle gelin geldiğim köyü hep araştırdım. Çevremdekileri gözlemledim. Arada uçurumlar vardı. Ama şunu düşündüm: Ben bir bireyim, bu dünyaya geldim. Gitmeden de kalmayacağım. Benim bir görevim var. Bir şeyler yapmalı ve sesimi duyurmalıyım. Fark şuydu: Benim gelin geldiğim köyde kadınlar çok çalışıyordu. Erkekler de kahvenin önünde, çınarın altında oturuyordu kadınlar bağ bahçede çalışırken. Benim doğduğum köyde ise kadınlar hiç işe gitmezdi. Çok saygılıydılar eşler, çocuklar, kadınlara karşı. Ben babamı örnek aldım. Benim babam asla anneme de bize de yüksek sesle konuşmadı. Burada tüm evin yükünü omuzlamış kadınların seslerini tüm Mersin’e duyurabilmem için bir şey yapmak istedim. İyi bir dinleyici olduğum için köydeki herkes bana derdini sıkıntısını anlatırdı başkası yaşamış gibi. Halbuki kendileri yaşıyor bu dertleri, ben biliyorum. Tiyatroda herkesin rol adının farklı olduğunu görünce kadına şiddeti oyun üzerinden anlatırsam köydeki erkekler de kendini geliştirir dedim.
Çok da kolay olmamıştır bu düşüncelerinizi hayata geçirmek…
Tabii, hemen olmadı. Ben tiyatrodan önce çok şeyler yaptım. İlk önce kendi ailemin güvenini kazandım. Ondan sonra da mahallemin ve köyümün güvenini kazandım. Bana ters gelen, yanlış gelen her şeyi değiştirdim. Neydi bunlar? Köyde sağlık ocağı var; doktor yok, hemşire yok. Okul var, öğretmen yok. 54’ten beri belediye halbuki. Nedenini öğrendiğimde ise canım acıdı. Bekar geliyor memurlar, hamile kalıp çocukları olunca geri gidiyorlar, çünkü bakıcı yok. Çocuk bakmaya başladım. Hiç kimse çocuk bakmıyordu. Sonra ilçedeki kızlara bıraktım bu işi. O kadar uzun ki bu hikaye. Temizliğe gitmezdi kimse. İlk temizliği ben başlattım ve daha birçok şeyi. Para kazanmak, tabuları yıkmak küçük bir yerde çok zor. Beni desteklemeyen insanlara teşekkür ettim hep. Bu beni kamçıladı. Bir gün imece usulü ekmek yaparken hanımlara dedim ki sen evin işini yapıyor musun, çoluğuna çocuğuna bakıyor musun, bağına bahçene bakıyor musun? Peki sana bir günden bir güne eline sağlık hanım, çok güzel olmuş gelin diyen oldu mu? Allah razı olsun diyen oluyor mu? Yoook dediler. Öyleyse gelin ben bunları yazayım, sahnede oynayalım. Belki bizi takdir ederler dedim. Hakikaten takdir ederler mi dediler. Ederler dedim. İsteyenlerin tek çekincesi eşlerinden nasıl izin alacaklarıydı. Onu ben hallederim dedim. 40 kapıya gittim tiyatro oynayacak 7 kadın bulabilmek için. Adamları ikna ettim. Oyunu oynadık, adamlar ‘’aynı beni yazmışsın’’ dediler. Zaten sizi yazdım dedim. J Artık bu tür yanlışlar benim köyümde yok. Çınarın altında oturan yok. Bir hedef belirleyeceksin, kendini tanıyacaksın. Ben çocukluğumdan beri kendimi tanıyorum ve ne istediğimi biliyorum. Güzel, kalıcı şeyler yapmak istiyorum. Çevremdeki herkes bunu istiyor. Kimse aşağılanmak istemiyor. Bunun da ancak sanat ile gerçekleşeceğini düşündüm.
Tiyatroyla nasıl tanıştınız?
Arslanköy’e tiyatro topluluğu geldiğinde öğretmenler, öğrencilerine ‘’Anneleriniz de gelsin’’ demiş. Ben de gittim en önde oturdum, dinledim. Ve o an aklımda kalan tek bir şey vardı: O çocuğun ismi acaba neydi? Çıktım sordum. Ali, dedi. Demin Veli’ydi dedim. Güldü, teyze o benim rol adımdı dedi. Ben o gece sabaha kadar uyumadım yavrum. Ayşe teyze Fatma teyzeyle kavga edince geliyor bana, anlatıyor ama utanıyor. Kız diyor falanca kocasıyla birbirine girmiş, kaynanası doldurmuş. Herkes kendi hikayesini başkasınınmış gibi anlatıyor. Halbuki biri sağ komşum biri sol komşum. Dedim ki o gece, ben Ayşe teyze ile Fatma teyzenin tüm yaşadıklarını o çocuklar gibi yazsam hem de sahnede oynatsak kocası görür, kaynanası görür. Kendilerini geliştirirler dedim. Kadınların sesini duyurmam için çok güzel bir yol, buradaki kadınlar çok eziliyor dedim kendi kendime. Ama nasıl yapacağım? Evet, okuyorum 13 yaşından beri de yazı yazıyorum ama bu öyle kolay bir şey değil. Burada bir tuhafiyeci vardı, 2 yıllık üniversite bitirmişti. Ona gittim. Ben bir tiyatro kuracağım, geçende izlediğimiz tiyatrodaki kadınlar gibi ben de kadınların yaşadıklarını yazsam, kadınlar oynasa, herkes görse, yanlışlarını düzeltse dedim. ‘’Bunu yapmak için insanın boş olması lazım sen de biliyorsun bizimkinin hiç eve baktığı yok, evi ben geçindiriyorum. İşi bıraksam aç kalırım 2 çocukla’’ dedi. Sen lise müdürüne git, yardım iste okulda prova yapmak için dedi. Ben de gittim izin istedim ama öyle bir defa değil. Şimdiki gençlerimize çok üzülüyorum. Bir kez hayır cevabını aldı mı pes ediyorlar. Hayır, ben o okula günde 2 kez gittim. O izni alıncaya, kabul ettirinceye kadar gittim. Burası kar memleketi. Herkesin bir odası var. Okula prova yapmak için gittik biz. Dönemin belediye başkanı bize çok yardım etti. Artık oyunu oynayacağız. Belediye balkanına gittim dedim ki başkanım biz bu oyunu oynayacağız ama Mersin’de oynayacağız. Ben daha hayatımda hiç sahne görmedim, dedim. Ucunda rezil olmak var, dedi. Ben şehir tiyatrosunu arayayım sizi oraya göndereyim, dedi. Gönderdi de.
Kıyafetinizden, dış görünüşünüzden ötürü bir dışlanmaya maruz kaldınız mı?
Tiyatroda, biz biz aynı şimdi olduğumuz gibiyiz, şalvarlı köy yaşantımızla. Benim zaten amacım o. Herkes olduğu gibi giyinecek. Gittik, orada şık, kendilerince şık giyimli bir bayan ‘’Ayy tiyatro ne kadar banalleşmiş, ayak altına inmiş köylere kadar’’ dedi. Ben sakin bir şekilde güzel kızım ayın 27’sinde de bizim oyunumuz var, buyurun gelin dedim. Sonra ayın 27’sinde oyunumuz oldu. Bir seans oynayacaktık ama salon doldu doldu taştı. Oyun tekrarlandı. Sonra o bayan geldi boynuma sarılıp hıçkıra hıçkıra ağladı. Özür diledi. Orada kadrolu çalışan bir oyuncunun eşiymiş meğerse. Bunlar benim yaptığım işte doğru olduğumun kanıtı oldu. Çünkü önyargıları yıkmak istiyordum. Gerçekten insanın kafasının içindeki düşünceler önemli. O yüzden ulaşmıştım hedefime.
Köylü olduğum için bizim başımızda başörtüsü, ayağımızda lastik ayakkabı var. Neymiş: Biz bir şey yapamazmışız. Biz sahne almaya gittiğimiz birçok yerde temizlikçiyiz diye kötü muamele gördük. Temizlikçi aramıyoruz biz deniliyordu. Bütün bunlar benim canımı çok acıtıyordu. Oysa bunlar önemli değildi. Önemli olan insanın kafasının içi. Kıyafette ne var? Ben bunu her zaman söylüyorum: Kıyafeti değiştirmen 15 dakikanı alır ama kafanı değiştirmen 40 yıl da geçse 50 yıl da geçse çok güç.
Bütün bu enerjinizi neye borçlusunuz ya da bu inanılmaz gücünüzü nereden alıyorsunuz?
Halka, aileme, eşime, çocuklarıma borçluyum. En önemlisi de takdir edilmek. Sevilmek o kadar güzel bir şey ki. Ben köyümdeki hanımlara birlikte tiyatro yapmayı ilk teklif ettiğimde ne olacak oynadığımızda Ümmiye Abla demişlerdi. Vali geldiğinde utanıyoruz yanına gitmeye. En azından gidip valiye hoş geldin demesini öğreniriz. Biz de onlar gibi gidip sahneye çıkalım, takdir edilelim. Gözleri doldu, gerçekten Ümmiye abla biz de takdir edilip alkışlanır mıyız dediler. Benim kitlem Anadolu’daki kadınlar, ben onları biliyorum.
Bu tür sosyal oluşumlarda kadınların ön planda olması tepkiye yol açabiliyor. En başından beri köyünüzdeki insanların, izleyicilerinizin yaklaşımı nasıl oldu?
Tabi ki ilk başta çiçeklerle karşılanmadım. Ben 40 tane kapı dolandım. Öyle tepkilerle karşılaştım ki. Onlar beni hep kamçıladı. Biliyordum çıktığım yolun zor olduğunu. İstediğimi almak istiyordum ama iyilikle, sevgiyle, sabırla… Sevginin, sabrın açamayacağı hiçbir kapı yok. İkisi birleştiği zaman her kapı açılır.
Sahnelenen oyunları neye göre belirliyorsunuz?
Gündemdeki, benim canımı acıtan konuları ele alıyorum. Ben bir anneyim, benim canım acıyorsa herkesin acıyordur diyorum. Kimseyi incitmeden anlatmaya çalışıyorum. Çünkü kimseye zorla bir şey anlatamazsınız. Sevgiyle, ilgiyle, eğlendirerek, güldürerek bir şeyleri idrak edebilmeleri için mücadele ediyorum.
Oyunlarınızı sahnelerken maddi anlamda destek gördünüz mü?
İlk başlarda destek görmedim. Devlete başvurulabileceğini, sponsorun ne olduğunu dahi bilmiyordum. Ben her şeyi yaşaya yaşaya öğrendim. Köyümüzün Hamleti’ni Hamit yapmıştım ben. Benim evimde bilgisayar yok. Hiçbir bilgim yok. Sadece kafamın içindekileri hayata geçiriyorum, okuyorum. Köyümüze Nedim Saban gelmişti, bazı incelikleri anlattı. Bütün amatör tiyatrolara ödenen ödeneklerden biz de aldık. Ve ondan sonra kaldırıldı ödenek. Ben 3-4 yıl hiç destek almadım. Köylüler destek verdi. Nişan elbisemden pelerin yaptım. Bütün eşyaları, kostümleri, dekorları köy halkından toplardık. Köy halkı bizim güzel bir şey yaptığımızın farkına vardı. Önceden hakaret edenler, zor iş demeye başladı. Tabii ki köyün güvenini kazanmam çok önemliydi. Köyün desteği olmasaydı bir şey olmazdı. Sinema filmi çektik. Bunu ben tek başıma yapmadım. Bir sürü kurumun insanın desteği ile yaptım.
Tiyatro oyunlarında oynamanın yanında çok sayıda oyun metni de kaleme aldınız. Oyunları yazarken nelerden besleniyorsunuz? Mesaj verme kaygısı güdüyor musunuz?
Evet, benim amacım o. Çünkü köyler boşaldı. Bir ‘’Baba ben geldim’’ oyunumuz var, 4-5 senedir onu oynuyoruz. Kültür Bakanlığından destek de almıştım o dönem. Her yaştaki insan izleyip kendine pay çıkarabilir. Çünkü gerçekten canım çok acıyor. Köyler bitti. Herkes büyük şehirlere akın ediyor, oysaki yanlış. Neymiş efendim çocuklarını büyük şehirlerde okutmak istiyorlarmış. Hayır efendim, öyle bir şey yok. Bizim Arslanköyü’müzde okumuşluk oranı Türkiye’de ilk sıralarda. Okuyanı çok, toprağı yok. Ama herkes gidiyor, gittiği yerde kalıyor. Ben köye dönülsün istiyorum, bunun için mücadele ediyorum. Köylerde üretim yok. En azından emekli olduktan sonra herkes kendi memleketine dönse… Hiç olmazsa memleketinize gelin, 1-2 ay kalın, yatırım yapın. Tabii ki hayat zor, herkes köye dönemez. Ben herkes köyde yaşasın demiyorum ama köylerin de tamamen boşalmasını istemiyorum. Herkes okursa kim üretecek? Her şeyimizi dışarıdan mı alacağız? İmkanlar da sağlanıyor aslında. Genç yatırımcılara proje karşılığında hibeler veriliyor. Ama insanlar nedense şehir diye tutturuyor. Kolaya alıştık artık.
Arslanköy Kadınlar Tiyatro topluluğu ile 40 binden fazla kez sahneye çıktınız. Tüm bu gösterileri, insanların tepkilerini, aldığınız hazzı anlatın desek neler söylersiniz?
Çok büyük bir mutluluk o, parayla satın alınamaz. Mesela Nevşehir Üniversitesinde oynadık. Bir kız çocuğu geldi, boynuma sarıldı. Ağladı, ağladı. Dedi ki sanki benim annemin hayatını yazmışsınız. Sonra yurtdışından bir gazeteci takip etti oyunlarımızı. Kadın bayıldı ağlamaktan. Bu benim hayatım dedi. Mutlu oldu ve bunu röportajlarında da söyledi. Ben halktan dinlediğim hikayeleri anlatıyorum. Aslında kendilerini kendilerine anlatıyorum diyebilirim. Olayında özünde canımı acıtan konuları yapıyorum ama halkın hikayelerinden çok besleniyorum. O mutluluk bana o kadar enerji veriyor, kamçılıyor ki. Oynamadığımız il, belediye çok nadirdir. Bir yere gidip 2 günde 9 seans bile oynadığımız oluyor. Oyunlar 45-50 dakika sürüyor. 1,5-2 saatlik oyunlarla insanımızı sıkacağımıza kısa oyunlarla insanlara ayna tutmayı amaçlıyoruz.
‘’Benim için yazar, senarist, yönetmen gibi unvanların ötesinde en önemli unvan annelik’’ diyorsunuz. Nasıl bir anlam, misyon yüklüyorsunuz anneliğe? Annelik ne ifade ediyor sizin için?
Anne demek kusursuz olmak, başarılı olmak demek. Hayal edip de ulaşamadığın bir pırlantadır anne, her şeydir. Çünkü sever ama karşılık beklemez. Fedakardır, mücadelecidir, güçlüdür, çalışkandır. Ben bütün bu vasıfları taşıyan anneliği ne yazarlığa değişirim ne de yönetmenliğe. Ben bir anneyim ve çok güçlü bir anneyim tüm anneler gibi.
2017 yılında Cristiano Ronaldo’nun oynadığı reklam filminin yönetmenliğini üstlendiniz. Nasıl bir deneyimdi?
Orada emeği geçen herkese de çok teşekkür ediyorum. Ben bir reklam filminin nasıl çekildiğini hiç görmemiştim. Reklam filmi için yapılan toplantıda 15-20 kişi vardı. ‘’Aa, bunların hepsi olacak mı’’ dedim, bunun 3 katı olacak dediler. 1 saniyelik reklam için bu kadar emek çekilir mi dedim. Çünkü reklam bana göre çok basit bir şeydi. Hiçbir şeyin kolay olmadığını öğrendim. Ve en önemlisi neyi öğrendim biliyor musunuz? Sevginin dini, dili, ırkı yok. Sevgiyle kucaklaşmamız lazım. Dostça yaklaşmamız lazım birbirimize. Ben orada gerçekten hiç dilini anlamadığım birine oğlum gibi yaklaştım. O da bana sıcacık mummy dedi. Ve bu o kadar önemliydi ki benim için. Bakın anlamıyor olabilirim ama yürekten sevildiği zaman kalpten olduğu zaman anlaşılıyor; dini, dili, ırkı, rengi ne olursa olsun. Ben bunun farkında vardım.
Sinemada en iyi Avrasyalı Kadın Sanatçı, Adana Uluslararası Tiyatro Festivali ve Ankara Uluslararası Tiyatro Festivali Ödülü gibi çok sayıda ödüle layık görüldünüz. Sizin için içlerinde en kıymetlisi, sizi en çok heyecanlandıran hangisi oldu?
Hepsinin ayrı bir yeri var. Göz ağrılarım hepsi benim ama en önemlisi yurtdışından aldığım ödül. Bizim Yün Bebek filmimiz Türkiye’de hiç ses getirmemişti. Burada kadınların başarı hikayesi var, 2 metre karda çektik. Çok emek vermiştik bütün Arslanköy, Mersin halkı ve kurumlar olarak. Valilik de çok destekledi. Türkiye’de hiç ses getirmemişken orada bir festivalde yayınlanıyor ve bizi ödüle layık görüyorlar. En İyi Sanatçı Ödülü verildi bana ama ben onu kendime kabul etmiyorum. Ben diyorum ki onun yeri başka. Gidip alamadım. Ama bunu bize neden layık gördüklerini sormak isterdim. En büyük hayalim güzel bir kanalda bu filmin gösterilmesi. Çünkü bu filmi araştıran yabancı bir gazeteci bana demişti ki, Ümmiye Hanım bu film dünyada tek, Ümmiye Koçak da tek. Çünkü sadece kadınlarla çektik. Ben yazdım, yönettim, bir sürü insanın emeği var. Belgesel niteliğinde bir film. Neden başka kanallarda gösterilmiyor? Neden vurdulu kırdılı filmler gösteriliyor da bu film gösterilmiyor? Bunlara isyan ediyorum. Ben TRT radyosu ile kendimi geliştirdim. Bana Akdeniz Bölgesini En İyi Temsil Eden Kadın Ödül’ü verilmişti Cumhurbaşkanımız tarafından. Filmimin TRT’de yayınlanmasını rica etmiştim. Sağ olsunlar, yayınlandı.
Yün Bebek filminden bahsetmenizi isteyelim o halde…
Yün Bebek öyküsünü çocukluk anılarını ağlayarak anlatan 70 yaşında bir teyzeden dinleyerek yazdım. O zaman dedim ki çocukluk önemli. Şiddettin küçük bir kız çocuğu üzerinde bıraktığı etkiyi, onun gözünden anlatmaya çalıştım. Biz diyoruz ki biz yemedik, çocuğumuz yesin, biz okuyamadık, onlar okusun. Bunları diyerek çok yanlış yapıyoruz. Biz çocuklara ne verirsek onu alıyorlar. Biz erkeğin kadına şiddeti üzerine konuşuyoruz hep. Ama kadının kadına şiddeti çok daha fazla. Çünkü erkeği de kadını da biz yetiştiriyoruz. O halde bizim eğitilmemiz gerekiyor. Kadına sinmey,i erkeğe kavga dövüşü öğretiyoruz. Kitap oku, sigara içme demeyeceğiz çocuklarımıza. Biz okuyacağız, biz içmeyeceğiz.
Çalışmalarınızın karşılığını aldığınızı, gerekli bilinci ve etkiyi sağladığınızı düşünüyor musunuz?
Evet ama yeterli değil. Yolun başındayım daha.
Peki, bundan sonrası için Ümmiye Koçak’ın hayalleri ne?
Daha çok kitleye ulaşmak, Afrika’ya gitmek istiyorum. Afrikalı sanatçılarla bu yıl Stuttgart’ta karşılaştık. Çünkü onlarla sahne aldık. Bütün yoksul ülkelere gitmek istiyorum. Oraların kırsallarında oyun sahnelemek istiyorum. Bakın biz bunu kendi kırsalımızda yaptık, sizler de yapabilirsiniz demek istiyorum. İlla ki tiyatro değil. Amaç bir şeyleri başarmak. Çok kitleye ulaşmak istiyorum. Oraya çok üzülüyorum. Dillerini anlamadım ama beden dillerinden anladım ne anlattıklarını. Oranın en ücra yerlerine gitmek istiyorum, lüks yerlerde hiç gözüm yok. Hayalim orada bir kıvılcım yakabilmek.
Vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Gençlere aynı şeyleri söylüyorum hep: Kendinizi tanıyın, ne istediğinizi bilin. Kitap okuyun, araştırmacı olun. Hangi bölümü okuyorsanız o bölümü araştırın. En iyisini yapmak için mücadele edin. Kesinlikle parayı ön planda tutmayın. Menfaatlerinizin sevginizden önce yer almasına asla izin vermeyin. Mevkiden önce iyi bir insan olun. Sevgiyi menfaatlerinizden üstün tutun
Kıyafeti değiştirmen 15 dakikanı alır ama kafanı değiştirmen 40 yıl da geçse 50 yıl da geçse çok güç.
Röportaj: Zeynep YILMAZ